Yazar : Nikos Kazancakis
Yayın Evi : Can Yayınları
Yayın Tarihi :1982
Sayfa Sayısı : 335
Tanıtım Bülteninden :
Zorba, Yunanlı ünlü yazar Nikos Kazancakis'in olgunluk dönemi ürünü
(1946). Ağır ve suskunlukla yüklü geçen karanlık bir dönemin tadı buruk ilk meyvesi. Nikos
Kazancakis, çağdaş Yunan edebiyatının ancak buzlucam ardından seçilebilen, tedirgin ve büyük kişiliklerinden biri olarak çok tartışıldı, yanlış bilindi, az sevildi. Zorba adlı bu romanı, onun kendisiyle giriştiği bir tür sessiz hesaplaşma sayılabilir. Geçmişin, elden kayıp giden zamanın ve insanın temel yanılgılarının bir kez daha gözden geçirilmesidir bu roman. Zorba aracılığıyla Kazancakis özyaşamının yenilgiler ve soru işaretleriyle dolu bir bilançosunu çıkarır. Bu bağlamda ele alınınca, bu roman, Zorba ile yazarın yaşam öykülerinin çizili sınırları arasında sonsuz atkı ve çözgülerle sokunmuş büyülü bir kumaştır, denebilir; baştan sona sürekli bir arayışı, sonu gelmez çabaları yansıtan bir kanaviçedir; insanı arayışın serüvenidir...
Yorumlarımız ve Alıntılar :
Bir yaşam kılavuzu gibidir Zorba .Bir yandan Egenin kokusunu duyarsınız ,
bir yandan yaşamınızı sorgularsınız Zorbayı kıskanır ama cesaret edemezsiniz
yaşamına .Çoğu zaman içinde bulunduğumuz durumlara dışarıdan bakarken
bulursunuz kendinizi.
Zorba gençlik yıllarında ona anlatılanlara inanır ve o yollardan gider.
Sırası ile de bir çoğunun aslında hiçte anlatıldığı gibi olmadığını görür.
Gördükçe de Zorba kendi kimliğini oluşturur. Bu yüzden kitaplarda yazan doğrunun değil sınanmış bir yaşamın
doğrularını söylemektedir. Zorbaya gore bizler 'okuduklarımızdan' o ise 'yaptıklarından'
bir yaşam görüşü oluşturmuştur. Zorba, ne iyilik için sevinen ne de
kötülük için üzülen bir adamdır. Her an ölümü düşünerek yaşamak neyse, hiç
ölümü düşünmeden yaşamak da aynı şeydir onun için.
Nikos Kazancakis´in mezar taşında yazılı olanlar,
doğrudan Zorba´nın ağzından dökülmüş kader sözcükleri gibidir adeta:
“Hiçbir şey ummuyorum ; hiçbir şeyden korkmuyorum ,
Özgürüm .. “
Roman 1930’larda Girit adasında geçer.Hayattan
beklentisi kalayan mutsuz entellektuel İngiliz kendisine ait madenle ilgilenmek
için Yunanistana gelir. Burada aşırı davranışları olan, kaba saba ama hayata
şehvetle bağlı orta yaşlı bir Yunanlı olan Alexis Zorba ile tanışır ve onu kendi
madenine ustabaşı olarak işe alır. Zorba kendi ilginç hayat felsefesini genç yazara da
kabul ettirdikçe yazarın hayata bakış açısı da yavaş yavaş değişime
uğrayacaktır. Zorba'nın hayat felsefesinin bir parçası da yenilgileri
umursamamaktır. Zorba'ya göre yenilgiler hayatın kaçınılmaz parçalarıdır ve
ancak yenilginin sürekli olarak tadılması ile hayatın zaferlerinin tadına
varılabilir.
Zorba , hayatın değeri ile ilgili yaptığı
sorgulamalarda, hayattan , doğadan , küçük şeylerden zevk almak önemli yer
tutuyor. Zorba , çeşitli yerlerde çeşitli işler yapan , hayatı boyunca bu
gezginlik hali ile yaşayarak öğrenen bir insan.Hayat tecrübeleri ve fikirleri
kitapta abartılı bir şekilde sunuluyor
bizlere , bu da Zorbanın şaşırtıcı karekter olarak karsımıza cıkmasına
neden oluyor . Kitapta Zorba’nın ; Tanrı sevgisi ve İsyanını, Özgürlük anlayışını
, vatan ve vicdan için düşüncelerini , ölüm , yaşam , insanlık halleri ve kadına dair bir cok
konuda fikirlerini , hayatından örnekleri ve hikayeleri ile öğreniyoruz.
Kitapdan bazı alıntılar ;
Onun tanrısı, “İnsanın kalbine sığacak kadar küçük ama
evrenden daha büyük bir tanrıdır.” Bu bilinci ona kazandıran ihtiyar Türk'ü ve
hayatına yön veren bir olayı da şöyle anlatır: “Komşumuz ihtiyar bir Türk
olan Hüseyin Ağa çok yoksuldu, hanımı, çocukları da yoktu. Akşam eve geldi mi,
avluda diğer ihtiyarlarla oturur, çorap örerdi. Ermiş bir adamdı Hüseyin Ağa.
Bir gün beni dizlerine aldı; hayır duası eder gibi elini başıma koydu; `Aleksi`
dedi, `Bak sana bir şey söyleyeceğim, küçük olduğun için anlamayacaksın,
büyüyünce anlarsın. Dinle oğlum, Tanrı`yı yedi kat gökler ve yedi kat yerler
almaz; ama insanın kalbi alır, onun için aklını başına topla Aleksi, hiçbir
zaman insan yüreğini yaralama" Zorba çalışkan
ve azimlidir. Öyle ki, çalışacağı zaman sadece çalışır, hayatla işi birbirinden
ayırır, işçileri sonuna kadar ama mertçe sömürür ve işine patronu dahi
karıştırmaz. “çalışanlarına yakın olma , onların dertlerine ortak olma iş
yaptıramazsın"
Zorbanın kadınlara karşı gerçek bir zaafı var. Zorba'nın
hayatta en değer verdiği canlı “kadın” dır. Kadınlar onun için
kutsaldır. Herhangi bir çapkınlık durumu
değildir bu.Hayatı boyunca kadınların narin, zayıf varlıklar olduğunu düşünerek
onu mutlu etmeye çalışan bir insan. Bunu çoğunlukla kendi mutluluğunun önüne
koyabiliyor.
“Yatağında
yalnız yatan her kadından bir erkek sorumludur” ya da “bir kadın bir erkeği
yatağına davet ettiğinde, o erkek reddederse bu teklifi, yaşamı boyunca hatta
yaşamından sonra da lanetlenir” der. Kadınların hiç kapanmayan bir yarası
olduğunu düşünür. Sevdiği her kadını ilk aşkı gibi severken, ettiği her lafın
sonunda ya da başında “şeytan götürsün kadını” diyecek kadar da kadınlardan
ürker. Cennetin anahtarının erkeklik organı olduğunu düşünür.Şu sözleriyle de
kadınsız bir hayatı düşünememesine karşılık, kadının yaradılışıyla ilgili isyanını
dile getirir; “Bu kararsızlık geçidini, şarlatanlık tapınağını, bu günah
testisini, bu hile otlarının bulunduğu tarlayı, bu Cehennem’in giriş yerini, bu
kurnazlıklar taşan sepeti, bu bala benzeyen zehri, ölümlüleri dünyaya bağlayan
bu zinciri; kadını kim yarattı?”
“Artık hiç kuşkusuz, karşısında bu boyanıp mumyalanmış
kocakarıyı değil, kadınlara verdiği adla ‘dişi ırk’ın bütününü görmekteydi.
Kişilik kaybolur, yüz silinir, genç ya da moruk, güzel ya da çirkin, hepsi
anlamsız bir değişikliğe uğrardı; her kadının arkasında Afrodit’in onurlu,
kutsal ve sır dolu yüzü belirirdi. Zorba bu yüzü görür, bununla konuşur, bunu
isterdi; Madam Ortans sadece geçici, donuk bir maskeden başka bir şey değildi.
Zorba ölümsüz ağzı öpmek için bu maskeyi yırtıyordu.” şeklinde bahsediyor yazar
Zorbanın kadınlara olan bakışını.
“(…) Eğer
insana inansaydım, Tanrı’ya da, Şeytan’a da inanırdım(…) İnsan canavardır!
İnsanlara umut verme.” alıntısı ile Zorba’nın din ve insanlar hakkındaki
fikrini anlayabiliyoruz.
“Zorba’dan başka hiçbir şeye ve kimseye inanmam.
Zorba, ötekilerden iyi olduğu için değil; asla! O da canavardır. Zorba’ya
inanırım ama. Çünkü yalnız ona sözüm geçer. Yalnız onu bilirim. Bütün ötekiler
hayaldir!” işte insan nefreti ile bencilliğin harmanı sözler.
Tanrı kavramına, dinlere değer vermediği gibi, devlet
ve vatan kavramlarına da önem vermiyor Zorba. Balkan savaşları sırasında Yunan
avlayan Bulgar bir papazı öldüren Zorba, bir gün sonra çocuklarının sokakta dilendiğini
görüyor. Bu zamana kadar azılı bir Yunan milliyetçisi ve askeri olan Zorba, bu
olaydan sonra maddi yüklerden ve soyut yüklerden tamamiyle kurtulmak için
silkinme çabası olarak tanımlıyor hayatının geri kalanını.
“(…) birden insanın ne olduğunu, dünyaya neden
geldiğini ve ne işe yaradığını düşünüyorum… Bana kalırsa, hiçbir şeye… Her şey
aynı; karım olsa da, olmasa da, namuslu ve namussuz olsam da, bey ya da hamal
olsam da; yalnız canlı ya da ölü oluşumun önemi var. Beni Şeytan ya da Tanrı
alırsa(Ne diyeyim patron , sanırım arada fark yok!) gebereceğim, pis kokulu bir
leş olacağım, dünyayı kokutacağım ve bu dünya, boğulmamak için beni bir yere
saklamak zorunda kalacak.” Zorba başka insanlara olduğu gibi, kendine ve kendi
geleceğine dair de acımasız .
Zorbanın Patron diye hitap ettiği Basil ise hayat üzerine düşüncelere, Buda’ya,
kitaplara tutkun biri.Ama içine kapanık , saplantılı bir karakter. Zorba,
Basil'in Yunanistan için savaşa giden arkadaşının boşluğunu doldurur aynı zaman
da. Zorba’nın hikâyelerini dinledikten sonraki iç hesaplaşmaları giderek onu,
asıl kişiliğini bulmaya, kâğıtlardan kopmaya, dünyaya kâğıtlardan bakmaması
gerektiğine inandırmaya, kısacası “gerçeği yaşamaya” cesaretlendiriyor.
” Konuşmuyordum. Zorba’nın haklı olduğunu biliyordum
ama, cesaretim yoktu. Hayatım yanlış yola sapmıştı, insanlarla olan
ilişkilerimi bir iç konuşma haline sokmuştum. O kadar düşmüştüm ki, bir kadına
âşık olma ile kitap okuma arasında seçim yapmam gerekirse, kitabı seçerdim.”
“Ben bedenin zevklerini küçümserdim. Becerebilsem,
ayıp bir şey yapıyormuş gibi, yemeğimi gizli yiyecektim(…)”
“ Akıllandım Zorba, sağ olasın; ama bende senin
yolundan gidiyorum; ben de kitaplarla, senin kirazlarla yaptığını yapacağım; o
kadar çok kâğıt yiyeceğim ki, bulantı gelecek, kusacak ve kurtulacağım.”
“kırk yaşına gelince gençliğimi iyice hissetmeye
başladım ve ondan sonra büyük çılgınlıklara doğru yelken açtım (sf.146).
“ihtiyarladıkça uysallaşmak yerine,azıp dünyayı yemek
istemek.”
“dünyayı bugünkü durumuna getiren
nedir,bilirmisin?yarım işler,yarım konuşmalar,yarım günahlar,yarım
iyiliklerdir…Tanrı baş şeytandan çok yarım şeytandan iğrenir.. ( sf.251)
"Güç, patron, çok güç! Bunun için delilik gerek, delilik, duyuyor musun? Ya hep, ya hiç! Ama sende beyin var, bu kadar verdim, bu kadar aldım; kar şu kadar, zarara bu kadar diye yazıyor.Yani, iyi bir sahip, her işi sermiyor, her zaman arkayı kolluyor. Hayır, ipi koparmıyor rezil, onu sıkı sıkı elinde tutuyor, kaçırırsa mahvoldu demektir zavallı, mahvoldu demektir! Ama, ipi koparmadıkça, hayatın ne tadı vardır, söyler misin bana? Papatya papatyacıktır; rom değil ki dünyayı altüst etsin!" (Sf.324)
“Her insanın kendi deliliği vardır; bana da öyle geliyor ki, en büyük delilik, bir deliliğe sahip olmamaktır.” (Sf.175)
“Mutluluğun, basit ve açık bir şey olup bir bardak şarap, bir kestane, kendi halinde bir mangalcık ve denizin uğultusundan başka bir şey olmadığına aklım yattı. Yalnız, bütün bunların, mutluluk olduğunu insanın anlayabilmesi için basit ve açık bir kalbe sahip olması gerekiyordu.” (Sf.102)
“Denize vardım; kıyıdan kıyıdan aceleyle yürüyordum. Deniz kıyısında yalnız başına yürümek güçtür; her dalga ve gökteki her kuş bağırıp insana borcunu hatırlatır. Başkalarıyla yürürken güler, konuşur, tartışırsın, gürültü olur, dalgalarla kuşların ne dediğini duymazsın, belki de o zaman hiçbir şey söylemiyorlardır. Sizin bir söz kalabalığının içinden geçmekte olduğunuzu görüp, susarlar.” (Sf.198)
“Artık dünküleri hatırlamaktan, yarınkileri istemekten vazgeçtim; şimdi, şu anda ne oluyor, o ilgilendiriyor beni. "Şimdi ne yapıyorsun Zorba?" diyorum. "Uyuyorum," diyor. "İyi uyu öyleyse" "Şimdi ne yapıyorsun, Zorba?" diyorum. "Bir kadına sarılıyorum," diyor. "İyi sarıl öyleyse Zorba, hepsini unut, dünyada başka bir şey yok, yalnız o ve sen, Vira!" (Sf.306)
"Hür İnsan oldum. (…) Hala
içiyorum ama istediğim anda hop diye bir bıçak gibi kesiyorum. İhtiras bana
hâkim olmamıştır. Vatan için de aynı şey. Hasret çektim, bıktım, kustum,
kurtuldum."
“ Gündüz iş içindir, dedi; gündüz erkektir. Gece eğlence içindir; gece kadındır. Birbirine karıştırmayalım!”
“Ruhunu sıkı tut
dostum, dağılmasın."
…………………
“İş görmemiş ellerim, solgun benzim ve gün görmemiş hayatımdan dolayı ben de utandım.
“İş görmemiş ellerim, solgun benzim ve gün görmemiş hayatımdan dolayı ben de utandım.
“Olsun,” dedi, “olsun. Sana yalnız bir şey sormak
istiyorum: Sen bir bavul dolusu sayfa okumuş olmalısın, belki bilirsin..”
“De bakalım Zorba, nedir?”
“Burada insanı şaşırtan bir şey oluyor patron…Bu
tuhaflık içinde aklın şaşıyor. Biz çetelerin yaptığı bütün o alçaklıklar,
hırsızlıklar, kıyımlar, Girit’e özgürlüğü getirdi.”
Gözleri iyice açılmış, şaşkınca bana baktı.
“Sır!” diye mırıldandı. “Büyük sır! Dünyaya özgürlüğün gelmesi için bu kadar cinayetler ve alçaklıklar mı gerekli yani? Çünkü, oturup sana işlediğimiz cinayetlerde yaptığımız alçaklıkları saysam tüylerin ürperir. Fakat sonuç ne oldu? Özgürlük! Tanrı yıldırımını atıp bizi yakacağına özgürlüğü veriyor? Hiçbir şey anlamıyorum!...”
Yardım istermiş gibi bana baktı. Bu sırrın kendisini çok üzdüğü ve bir çıkar yol bulamadığı belliydi.
Üzüntüyle sordu:
“Sen anlıyor musun patron?”
Ne anlayacaktım? Ne söyleyecektim? Tanrı dediğiniz şey yoktur ya da Tanrı cinayetlerle alçaklıkları seviyor da ondan ya da bizim cinayet ve alçaklık dediklerimiz, savaş ve dünya özgürlüğü için gereklidir mi diyecektim?
Fakat ben Zorba için başka bir açıklama yolu bulmaya çalıştım:
“Sır!” diye mırıldandı. “Büyük sır! Dünyaya özgürlüğün gelmesi için bu kadar cinayetler ve alçaklıklar mı gerekli yani? Çünkü, oturup sana işlediğimiz cinayetlerde yaptığımız alçaklıkları saysam tüylerin ürperir. Fakat sonuç ne oldu? Özgürlük! Tanrı yıldırımını atıp bizi yakacağına özgürlüğü veriyor? Hiçbir şey anlamıyorum!...”
Yardım istermiş gibi bana baktı. Bu sırrın kendisini çok üzdüğü ve bir çıkar yol bulamadığı belliydi.
Üzüntüyle sordu:
“Sen anlıyor musun patron?”
Ne anlayacaktım? Ne söyleyecektim? Tanrı dediğiniz şey yoktur ya da Tanrı cinayetlerle alçaklıkları seviyor da ondan ya da bizim cinayet ve alçaklık dediklerimiz, savaş ve dünya özgürlüğü için gereklidir mi diyecektim?
Fakat ben Zorba için başka bir açıklama yolu bulmaya çalıştım:
“Gübre ve pislikten bir çiçek nasıl filizlenip
beslenir? Varsay ki Zorba, insan gübre, özgürlük de çiçektir.”
Zorba yumruğunu masaya vurup, “İyi ama,” dedi, “ya
tohum? Bir çiçeğin bitmesi için tohum gerekli. Bizim pis içimize, böyle bir
tohumu kim koydu? Bu tohum niçin iyilik ve namusla beslenip çiçek açmasın? Ve
kanla pislik istesin?”
Başımı salladım.
“Bilmem.”
“Kim biliyor?”
“Kimse.”
Zorba bunun üzerine umutsuzca çevresine vahşi vahşi
bakarak bağırdı:
“Öyleyse vapurları, makineleri, kolalı giysileri ne
yapayım ben?”
“Bırakalım bunları, şeytan alsın!” dedi. “Bunları
düşündüğüm zaman, önümde ne varsa kırasım geliyor, bir sandalyeyi, bir lambayı
ya da duvara vurarak kafamı! Sonra ne anlıyorum? Elinin körünü; ya
kırdıklarımın parasını ödüyorum ya da eczaneye gidip kafamı gazlı bezle
sardırıyorum. Eğer Tanrı varsa, o zaman çuvalladık değil mi? Beni gökyüzünden
dikizleyip gülmekten katılıyordur.”
“Hayat nedir
be, patron?”
“Bak, bir gün, küçük bir köyden geçiyordum. Çok
ihtiyar, doksanlık bir adam badem ağacı dikiyordu. ‘Ee, dede,’ dedim, ‘badem
ağacı mı dikiyorsun?’ O, eğilmiş olduğu halde bana baktı ve ‘Ben oğlum,’ dedi,
‘ölümsüzmüşüm gibi hareket ederim.’ Karşılık verdim: ‘Bense, her an ölecekmişim
gibi davranırım!’ İkimizden hangimiz haklıydık patron?”
Susuyordum. İki yol da sarp ve çetindi; ikisi de
insanı doruğa çıkarabilirdi. İnsanın ölüm yokmuş gibi hareket etmesiyle,
aklında her an ölüm olduğu halde hareket etmesi, belki aynı şeydi, ama, o zaman
bunu bilmiyordum daha.
Zorba, alaycı bir tavırla sordu:
“Evet? Üzme kendini patron, ucunu bulamazsan, başka
sözler edelim be yahu!”..
“Hiçbir şeye
inanmaz mısın sen?"
……………………
Başlangıçta ben de onunla birlikte gidiyor, işçilerin
çalışmalarını izliyordum. Yeni bir yola girmeye, pratik işlere ilgi göstermeye
ve elime düşen bu insan malzemesini tanımaya, çok özlenen sevinci tatmaya,
sözcüklerle değil, insanlarla ilgilenmeye çalışıyordum. Romantik planlar
kurmaktaydım; linyit işi iyi gitse de bir çeşit birlik kursak, bunda hepimiz
çalışsak, her şey ortaklaşa olsa, hep birlikte aynı yemeği yesek, kardeş gibi
aynı elbiseyi giysek…Kafamda yeni bir toplumu, insanların yeni ortak hayatının
mayasını yaratıyordum.
Ama daha, tasarılarımı Zorba’ya açma kararını
verememekteydim. İşçiler arasında dolaşmama, sorular sormama, araya girip her
zaman işçinin tarafını tutmama kuşkuyla baktığını görmekteydim. Zorba, dudak
bükerek, “Patron,” diyordu, “gidip biraz gezmez misin? Güneş, Tanrı’nın lütfu,
git!”
Ama, başlangıçta ben kalıyor, gitmiyordum. Soruyor,
sohbet ediyor, her işçinin hikayesini biliyordum: beslemek zorunda oldukları
çocukları, evlendirecekleri kız kardeşleri, ihtiyar ve sakat ana babaları.
Kaygıları, hastalıkları, acıları…
Zorba, suratını buruşturarak bana, “Onların geçmişini
kurcalama patron,” derdi. “Sonra kalbin acımayla dolacak, onları gereğinden,
işimize uygun olandan çok sevecek ve ne yaparlarsa onları bağışlayacaksın. O
zaman da vay halimize! İş şeytanın yanını boylar, bunu bilesin! İşçiler sert
patrondan korkar, çekinir ve çalışırlar; yumuşak patronun tepesine biner,
tembelleşirler. Anladın mı?”
Başka bir akşam ise, işi paydos edince, öfkeyle
kazmasını barakasının önüne attı.
“E patron, rica ederim karışma!” dedi. “Ben yapıyorum,
sen yıkıyorsun. Bugün yine onlara neler söylüyordun? Sosyalizm ve fasa
fiso!..Sen vaiz misin, yoksa kapitalist mi? İkisinden birini seçmen gerek!”
Ama, nasıl seçebilirdim? İkisini birleştirmek,
kahredici çelişkilerin kardeş olacağı birleşmeyi bulmak ve yeryüzündeki hayat
ile gökyüzü krallığını kazanmak istiyordum
……………………..
Bir Pazar günü, zengin yemek ve içkiden dönerken,
ağzımı açıp tasarılarımı Zorba’ya anlatmaya karar verdim. Ağzı açık beni
dinliyor, sabrediyor, yalnız arasıra, kocaman kafasını sert sert sallıyordu.
“Bağışla patron ama,” dedi, “sanırım senin beynin
sulanmış. Kaç yaşındasın?”
“Otuz beş!”
Zorba kahkahayı bastı, “Öyleyse hiç akıllanmayacaksın
demektir!”
Ben kızarak direttim.
“Kızma patron. Hayır, hiçbir şeye inanmam ben! Eğer
insana inansaydım, Tanrı’ya da, Şeytan’a da inanırdım; bu da büyük bir
sorundur. O zaman işler karışıyor ve başım belaya giriyor, patron.”
“İnsan
canavardır!” diye bağırdı ve sopasını şiddetle taşlara vurdu. “Büyük canavar!
Zatın bunu bilmiyor. Bütün işlerin yolunda gitmiş, ama bir de bana sor.
Canavar, diyorum sana! Ona kötülük mü ettin? Senden çekinir ve titrer. İyilik
mi yaptın? Gözlerini oyar…Aradaki uzaklığı koru patron! İnsanlara umut verme.
Hepimizin eşit olduğumuzu, hepimizin eşit haklara sahip bulunduğumuzu söyleme;
çünkü hemen senin hakkını çiğner, elinden ekmeğini kapar, açlıktan gebermeye
bırakırlar seni. Ben senin iyiliğini isterim, aradaki uzaklığı koru patron!”
Boğulmuş bir halde, “İyi ama, hiçbir şeye inanmaz
mısın sen?” dedim.
“Hayır, hiçbir şeye inanmam! Sana kaç kez
söyleyeceğim? Zorba’dan başka hiçbir şey ve hiç kimseye inanmam. Zorba,
ötekilerden iyi olduğu için değil, asla! O da canavardır. Zorba’ya inanırım
ama. Çünkü yalnız ona sözüm geçer. Yalnız onu bilirim. Bütün ötekiler hayaldir.
Ben, onun gözleriyle görüyor, kulaklarıyla işitiyor, bağırsaklarıyla sindirim
yapıyorum. Bütün ötekiler hayaldir diyorum sana! Ben ölünce hepsi ölür. Bütün
Zorba dünyası güme gider…”
Alay ederek, “Amma bencillik be!” dedim.
Zorbayı anlamak , felsefesini yaşamak için mutlaka
onunla tanışmalısınız…..