27 Eylül 2016 Salı

Yerdeniz Öyküleri ~ 7 Eylül 2016

Yerdeniz serisinin son kitabı için bir araya geleli aslında çok oldu ama atölye dışında kulüp olarak okuduğumuz kitap mı beni “Oblomovluk” sürecine soktu yoksa ben bayram-tatil-seyahat üçgeninde çok mu dağıldım bilemiyorum. Ancak takvimler 28 Eylül’e yaklaşırken bunu yazmak artık farz oldu.

Elimin bir türlü blog yazısı için klavyeye gitmeme sebebi Yerdeniz Öyküleri’nin beni sarmaması asla değildi, sanırım altta yatan bir korku vardı. Ursula’ya, öykülere ve kulüpteki kız kardeşlerime gerektiği kadar dolu bir içerik sunamama korkusu… Evet, yanlış okumadınız, o kadar harika bir yolculuktaydık ki Yerdeniz Öyküleri ile; bunları kelimelere dökmek çok zorlayacak beni.

Ursula, Yerdeniz serisine beş öyküye yer verdiği Yerdeniz Öyküleri ile veda ediyor. Bu vedadan çok, Yerdeniz büyüsünü tamamlamak gibi. Öykülerin her biri daha önce okuduğumuz kitaplar için bir flashback gibi, Roke’un kuruluşu ilk öyküde anlatılıyor. Kadınların büyünün gücünü yaşatmak için örgütlenmelerini keşfeden Susamuru’nun hikâyesinin anlatıldığı Bulucu, bir roman tadında sarmaladı hepimizi. Öteki Rüzgâr’da kaybetmeye başladığımız büyünün gücü, Bulucu’da tekrar tırmanışa geçiyor. Bulucu ile bir bütünün parçası olmanın değerini keşfederken, içgüdülerimizden koparak doğanın bir parçası olmaya başlıyoruz. Geçmiş kitaplardan farklı renkleri tekrar görüyoruz. Korunun labirent oluşu tanıdık geliyor bir anda bize, kapıcı ustanın neden ve nasıl bu görevi aldığını öğreniyoruz. Roke’un sihirle örülen duvarları Bulucu boyunca inşa ediliyor ve siz de o büyüyü içinizde hissediyorsunuz. Susamuru ile Anieb arasındaki bağın kuvveti, Susamuru’nun Anieb’den asla vazgeçmeyişi ve hep “beni kurtaranı kurtaramadım” hayıflanması yüreklerimizi burkarak aşkın anlamını sunuyor.

Karagül ve Pırlanta ise bir başka aşk hikâyesi ama burada aşk için biz vazgeçmeyi okuyoruz. Kadın ve erkekteki bakış açılarının farklılığı üzerine uzun uzadıya tartıştık bu öyküde. Tercihler, vazgeçişler, niyetler üzerine konuştuk. Pırlanta’nın vazgeçişi kolay yol muydu, istediği her şeyi elde edemez miydi? Kadınlar gerçekten büyünün yapılmasına engel miydi? Kendi adıma Pırlanta’nın vazgeçişine ben hayran oldum ama neden hepsi için savaşmadı denildiğinde öyküye bambaşka bir açıdan bakabildim. Bahar bu sanırım senin yorumundu ;).

Ve Ogion, Yerdeniz Büyücüsü’nden tanıdık biri ile Yerin Kemikleri’nde tekrar karşılaştık. Gizemlerin arkasındaki sırlar aralandı. Gerçeklerin insanlar tarafından nasıl masalsı anlatıldığına, insanların bu hayatta kahramanlara ve kahramanlıklara ne kadar çok ihtiyaçları olduğunu tekrar gördük. Dinlemek ve gerçekleri anlamak varken, kendi gerçeklerini baştan yaratmak, yarattıklarına inanmak…
Bataklık Yayla’da ise büyünün gücünü hisseden ve bunu nasıl kullanacağını, iyi ya da kötüye nasıl hizmet edeceği ile ilgili bir öykü okuyoruz. İnsan hayatının değişebileceğini ve bunun bizim bildiğimizden çok farklı bir şekilde gerçekleşebileceğini görürken, ait olduğumuz yeri bulmayı sorguluyoruz, Çevik Atmaca, tanıdık kadim dostumuz ile.
Son hikâye Ejderböceği, büyük çoğunluğumuzun en çok sevdiği, bir kadının büyüsünün gücü için çıktığı o muhteşem yolculuk. İrialı’nın gücünün farkına varmak için, dönüşümünü tamamlamak için göze aldıkları. Öteki Rüzgâr’da karşılaştığımız Ejderhalar ile insanların arasındaki köprünün temellerini keşfimiz. Yerdeniz serisi boyunca isimlendirme üzerine farklı anlatımlar ile karşılaştık. Büyücülerin veya ejderhaların gerçek isimleri yerine doğanın gücünü kullandıkları isimleri herkesle paylaştıklarını, gerçek isimlerini sadece güvendiklerine verdiklerini, gerçek ismi bilenin o kişi üzerinde etkisinin büyük olduğunu seri boyunca okuduk. Bu konuda uzunca tartıştık. İsimlendirirken aslında maddeleştirdiğimizi, bir şeyi ne kadar çok seversek, o kadar çok özümsediğimizi, bir o kadar derinine, içine inmek için çabaladığımızı gördük. Bu derinlere inmek aslında farkına varmaktı. Bu bizim ihtiyacımız olduğu kadar isimlendirdiğimizin de ihtiyacı belki de. Karşınızdaki kişi için farklı olmak, bunu hissetmek. Ejderböceği’nde belki de en güzel nokta bir kadının tüm kurallara rağmen Roke Kalesi’ne girmesi, efsanenin gerçekleşeceğine inanması… Gerçek büyü belki de burada gizliydi.
Ejderböceği’nde Fildişi de bizi oldukça meşgul eden bir karakter oldu. Her insanın ulvi bir görevi olmadığını, olmak zorunda da olmadığını, bir kişinin ne iyi ne de kötü olabileceğini; ne saf ne de çok zeki olması gerekmediğini konuştuk.
Bu kitapta elbette birçok simge vardı, Maden; içimize yolculuk, Anieb; çıkış kapımız gibi. Civa, nazara iyi gelirken, Koru’nun ütopik bir yer olması gibi.
Yerdeniz serisi boyunca Taht Oyunları ile fazlaca benzetimler bulduğumuzu daha önceki yazılarda bahsetmiştik sanırım. Yönetmeni de bizi desteklemiş, o zaman Taht Oyunları’nı sevenlerin Yerdeniz’in büyüsüne kapılmaması imkânsız olmalı ;).
O kadar çok not almışım ki bu buluşmada, toparlamak da bir o kadar zordu. Yazdıklarımın birçoğu sizler için kelimelerden ibaret olsa da toplantıdaki bizler için farklı anlamlara ve duygulara gebe.  Biz aslında Yerdeniz Serisi ile aramızdaki iletişimi, bağı ve sözcükleri değiştirdik. Kendi büyümüzü yaptık. İyi ki…
O zaman…
“Ocağın sönmesin, gönlün huzur içinde olsun.”


Yerdeniz Öyküleri’nden Altını Çizdiklerimiz:

Sayfa 51: "Güven," dedi genç adam. "Evet. Ama... Ama onlara karşı mı? Gelluk gitti.  Belki de artık Losen devrilir. Bir şey değişecek mi? Köleler hürleşecek mi? Dilenciler yiyecek bir lokma bulacak mı? Adalet yerine gelecek mi? Galiba bizde, insanlıkta bir kötü-lük var. Güven bunu inkâr ediyor. Bunun üzerinden atlıyor. Bu derin uçurumdan atlıyor. Ama uçurum orada. Ve yaptığımız her şey sonunda kötülüğe hizmet ediyor çünkü biz kötüyüz. Açgözlülük ve zulüm. Dünyaya bakıyorum, buradaki ormanlara ve dağa, gökyüzüne, her şey yerli yerinde, olması gerektiği gibi. Ama biz öyle değiliz. İnsanlar değil. Biz hatalıyız. Yanlış yapıyoruz. Hiç yanlış yapan hayvan yok. Nasıl yapsınlar? Ama biz yapabiliriz ve yapıyoruz. Ve hiç durmuyoruz."
Sayfa 53: "Bu yörelerde, belki daha da ilerde, senin de söylediğin gibi, hiç kimsenin tek başına irfan sahibi olamayacağını düşünen in-sanlar var. O yüzden bu insanlar birbirlerine el vermeye çalışıyor. İşte o yüzden bize El deniyor, ya da hepimiz kadın olmasak da El'in Kadınları. Ama kendimize kadın demek işimize geliyor çünkü önemli adamlar kadınların bir araya gelip bir iş çıkartabileceğine inanmıyor. Ya da idare veya kötü idare hakkında bir düşüncesi olabileceğine. Ya da bir güçleri olabileceğine."
Sayfa 57: "Her tılsım, bir başka tılsıma dayanır," dedi Highdrake. "Tek bir yaprağın her hareketi, Yerdeniz'deki her bir adadaki, her ağacın her yaprağını hareket ettirir! Bir nizam vardır. Onu araman ve ona güvenmen gerek. Nizamın bir parçası olarak hareket etmeyen hiçbir şey doğru olmaz. Hürriyet ancak onun içindedir."
Sayfa 67: Erkeklere pek güvenmiyorlardı. Onlara bir erkek ihanet etmişti. Erkekler saldırmıştı. Bütün sanatları kazanç için kötüye kullanan şeyin erkeklerin hırsı olduğunu söylediler "Biz onların yönetimleriyle iş yapmıyoruz” dedi uzun boylu Peçe yumuşak sesiyle.
Sayfa 68: "Orman nereye kadar uzanıyor?" diye sordu Medra; Kor, “Aklın erdiği yere kadar,” dedi.
Sayfa 69: "Ne öğrendin?" diye sordu Medra'ya o soğuk, kibar tavayla; adam da "Bir ahmak olduğumu," dedi. "Neden öyle diyorsun Deniz Kırlangıcı?" "Ahmağın teki ağaçlar altında sonsuza kadar da otursa bilgeleşemez."
Sayfa 77: "Okuma bilmeyen büyücüler Yerdeniz'in lanetidir!" diye haykırırdı. "Cehalet içindeki güç felakettir!"
Sayfa 86: Üstelik ne zaman akıllarının dikine giden adamları, kendi yollarına sahip kadınlarla bir odaya koyarsan, birbirlerini kızdırırlar. Sonra, bizim aramızda bazı gerçek, hakiki farklılıklar var Medra. Bunların bir karara bağlanması gerek ve kolay kolay da bir karara bağlanmaz. Biraz iyi niyet uzun bir yol alabilir tabii."
Sayfa 104: Güneşe karşı dönen yer, günleri ve geceleri yaratır ama kendi içinde gün yoktur.
Sayfa 122: Annesi, bir kadın olarak oğlana sarılacaktı ama o bir erkek olarak bırakmayı öğrenmeliydi. Pırlanta da babasını tatmin edecek kadar kuvvetle sallamıştı başını, ancak gene de yüzünde düşünceli bir ifade vardı.
Sayfa 125: "Büyü ve müzik. Tılsımlar ve tınılar. Her şey bir yana, her ikisini de tam yerinde yapman gerekir."
Sayfa 141: "Oğlum, bir neden yok," dedi kadın, aniden şevkle, "sevdiğin her şeyden vazgeçmen için bir neden yok!"
Yan yana otururlarken, oğlan kadının elini alıp öptü. "Birbirine karışmıyor," dedi, "Öyle olmalı ama olmuyor. Bunu öğrendim. Büyücüden ayrılınca. Her şey olabileceğimi zannediyordum. Bilirsin - büyücü, müzisyen, babamın oğlu, Gül'ün sevgilisi... Öyle olmuyor. Birbirine karışmıyor."
"Karışır, karışır," dedi Tuly. "Her şey birbiriyle bağlantılıdır, karışmıştır!"
Sayfa 155: Deniz Yosunu o yıllarda bazen babalar ve oğullar hakkında düşünürdü. Bir sihirbaz, maden arayıcısı olan kendi babasıyla, seçtiği öğretmen yüzünden tartışmıştı; babası Ard'ın öğrencisinin onun oğlu olamayacağını haykırmış, hiddetini beslemiş ve oğlu-nu affetmeden ölmüştü. Deniz Yosunu oğulları doğunca mutluluktan ağlayan genç adamlar görmüştü. Sağlıklı bir oğlan çocuğu vaadiyle yıllık kazançlarının yarısını cadılara ödeyen fakir adamlar, altınlarla süslenmiş bebeğinin yüzüne dokunup, hayranlıkla, "Ölümsüzlüğüm!" diyen zengin bir adam görmüştü. Oğullarını döven adamlar görmüştü, onları azarlayan, aşağılayan, sinir edip başarılarına engel olan, onlarda gördükleri ölümden nefret eden adamlar. Oğullarının gözündeki karşı nefreti, tehdidi, acımasız saygısızlığı görmüştü. Ve bunu gören Deniz Yosunu neden babasıyla uzlaşmaya yanaşmanın bir yolunu aramamış olduğunu anlamıştı. Bir babayla oğlunun şafak vaktinden gün kavuşuncaya kadar birlikte çalıştıklarını, yaşlı adamın kör bir öküzü çekerken, orta yaşlı adamın demir ağızlı sabanı sürerken tek bir kelime bile konuşmadıklarını görmüştü; eve dönerlerken yaşlı adam bir an için elini oğlunun omzuna koymuştu. O temasta, yaşamında eksik olan şeyi görmüştü Deniz Yosunu. Kış akşamlan ocak başın-da oturmuş irfan kitaplarına veya onan İması gereken bir gömleğe eğilmiş esmer yüze bakarken bunu hatırladı. Gözler yere bakı-yor olurdu, ağız sıkı sıkı kapalı, ruhu kulaklarını açmış.
Sayfa 156: "Olmaman gereken bir sürü yere gitmeden nerede olman gerektiğini bilmek ender bulunan vergilerden biridir.
Sayfa 169: Dinlemek, insana zor nasip olan bir vergidir; üstelik insanlar kahramanları olsun isterler.
Sayfa 199: Hiç kimsenin, ne kadar güçlü, ne kadar irfan sahibi, ne kadar ulu olursa olsun bir başkasına hâkim olma ve kullanma hakkı yoktur.
Sayfa 210: "İsmim ben demektir” kendimdir. Doğru. Ama o zaman isim ne demek? İsim, bir başkasının bana seslendiği şeydir. Eğer başkası olmasaydı, sırf ben olsaydım, o zaman isme ne ihtiyacım olacaktı?"
Sayfa 220: "Eğer bir kelime iyi ediyorsa, bir başkası da yaralar," dedi cadı. "Eğer bir el öldürürse, bir el de iyi eder. Sadece tek yöne giden araba zavallı bir arabadır."
Sayfa 224: görmediği bir şekilde kaşlarını çatarak. "Başbüyücü Kurallar bozulmak için yapılır demişti. Haksızlık kuralları yaratır, cesaret ise onları yıkar. Benim cesaretim var, iş sana kalmış!"
Sayfa 241: “Bu kız nedir ki, onun için bunu istiyorsun?" "Biz kimiz ki," dedi Kapıcı, "daha onun kim olduğunu bilmeden onu reddediyoruz?”
Sayfa 243:  "Susmak hem her şeye, “hem hiçbir şeye cevaptır,” dedi.
Sayfa 253: Hepimiz var olmakla zarar veririz.
Sayfa 260: "Ev sahipleri geri dönünce, evin kâhyasına anahtarları teslim etmek zor geliyor."
Sayfa 262: Uzun süre değişmeden giden bir şey kendini yok eder. Orman sonsuzdur, çünkü ölür, ölür ve böylece yaşar.
Ve Son Söz:

"Galiba evimize gidip kapılarını açmalıyız."
Yeliz'imizin hediye ettiği fincanlarımızda kahvelerimizi yudumlarken...




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum: