4 Ekim 2016 Salı

Oblomov ~ 28 Eylül 2016

Okuduk, Don Kişot’tan sonra bir klasik daha okuduk. “Eylül-Ekim ayları, bizde başlar klasik okuyalım kaşıntıları” modumuzla Oblomov okumaya karar verdik ve bitirdik, benim için çok şükür :). “Ne zaman Rus edebiyatından bir yazar okuyacağız?” soruları sanırım bir süreliğine arka raflara kaldırılmıştır. Zira ben bir süre tekrar bir Rus yazarı ile tanışma konusunda tereddütlüyüm. Ancak, kulüp isterse boynumuz kıldan incedir, okurum gereğince.

Siz bakmayın bana, kesinlikle bir Don Kişot yaratmamış İvan Aleksandroviç Gonçarov. O kendine has üslubuyla Oblomov yaratmış. Rus burjuvasını, o dönemi eleştiren bir başyapıt çıkarmış. Düşünün ki 1850’lerde yazılmış bir roman hala “başyapıt” olma özelliğini taşıyorsa ben ne kadar beğenmedim desem de boş.

Gonçarov’un Rus kültüründen kaynaklanan etki ile kahramanların tam isimlerini (3 isim ve takma isimler) romanda kullanması ilk başta kitabın okunabilirliğini biraz zorlasa da, buna da alışıyoruz. İlya da olur İlyiç de sonuç bizi Oblomov’a götürür. :P

“Rus kültürü ile Türk kültürünün ne kadar benzer olduğu kitapta herkesin dikkatini çekecektir.” diyerek bir tespit ile başlayalım.

Oblomov için, sadece tembellik üzerine yazılmış bir roman diye geçiştirmek kesinlikle yanlış olacaktır. Yarattığı karakterleri sade ama bir o kadar net tasvirler ile bir tiyatro sahnesinde oyuncuları izlermiş hissi uyandıracak kadar görselleştirebilmenizi sağlıyor. Aramızda yazarlık eğitimi alan arkadaşlarımızın deyimiyle beş duyu mükemmel kullanılmış. Romanda her bir karakterin zıddı bir karakter de yaratılarak, uçların çekişmesi üzerine sizi düşündürmeye itiyor. Zahar’a, yani Oblomov’un uşağına değinmeden geçemeyiz elbette. Bir Oblomov, bir kankası Ştolts kadar etkiliyor hepimizi. Hatta içimizden birinin Zahar ile çay içmişliği vardır rüyalarda buluşarak.

Bu kadar uç karakterin olduğu bir romanda yazarın en büyük başarılarından biri de kimseyi yargılamamış olmasıdır. Ne Oblomov hakkında yargılayıcı bir cümle bulabilirsiniz, ne Zahar hakkında, ne de diğerleri. Dönemine göre tarafsız bir üslupla yazılmış bir roman olan Oblomov, bu açıdan yenilikçi bir yan da taşıyor.

Kitabımıza dönecek olursak, Oblomov’un rüyasının anlatıldığı bölüm kitabın kilidi olarak tanımlanabilir. “Bir Oblomov nasıl yaratılır?” sorusunun cevabı uzun bir şekilde anlatılmış. Çorabını bile hizmetçi giydiriyorsa, neden Oblomov yaratılmamış olsun ki? Oblomovluk kişinin kendi tercihi mi yoksa ailesinin çocuk yetiştirme üzerine bir başarısı mı? Elbette burası, üzerinde uzunca konuştuğumuz nokta oluyor. Özetle “Türkiye yeni Oblomovlar yaratıyor.” desek de, “keşke Oblomovlar’ımız bu kadar iyi niyetli ve saf yürekli olsa.” demeden geçemiyoruz.

Elbette, Oblomov düşünürken farklı duruşu, hayal kurarken farklı yatışı ile bir türlü eyleme geçemeyen bir kahraman da olsa, hiç kimse onun ne kadar iyi kalpli biri olduğu konusunda tartışamaz sanırım. Biz tartıştık tabii ki. İyi niyeti mi üşengeç olması mı onun bu davranışları sergilemesine sebep olmuştu? Kişi, huzuru bozulmasın, düzeni değişmesin diye yarattığı Obolomovka’da ne kadar kalabilirdi? Aslında buraya Ştolts ile ilgili sıkı bir spoiler iyi gider ama kitabı okumazsınız diye susuyorum. Okuduktan sonra fikirlerinizi alırız.

Ve aşka gelelim. Oblomov aşık oluyor. Bu kadar üşengeç bir kişi aşık olunca neler mi yapar? İnanın çok çabalıyor. Biz de bunu çok tartışıyoruz. Aşk nedir? Olga aşık mıydı? Bir kişiye aşıksanız, onu değiştirme hakkınız var mı? Aşık olduğunuz kişi değişmenizi istiyorsa siz ne yaparsınız? Aşk, insanı ne kadar değiştirir? Kitapta aslında aşk üzerine bir beklentiye girmiyorsunuz, oysa ki yazar Olga’yı o kadar güzel sahneye sokuyor ki, siz o lavanta dalını da görüyorsunuz, o parkta yürüyüş de yapıyorsunuz. Oblomov’un çıplak kol-dirsek tutkusunun belki de çalışmaya olan hayranlığından geldiğini de belirtmek gerek. Acaba aşkı bizde olmayan şeylerde mi arıyoruz?

Ahh ahhh, kitapta aşk yaşanırken süren o uzun konuşmalar. Sanırım günümüzde en çok bunu yitirdik, konuşarak paylaşmak yerine susarak yalnızlığı tercih eder olduk. Belki isteyerek belki istemeden, ama sonuçta yaşanan ayrılıklara baktığımızda temel sorun “artık konuşamıyoruz, paylaşamıyoruz” olmuyor mu? Sadece kadın-erkek üzerine değil, tüm insan ilişkilerinde konuşmadıkça uzaklaşmıyor muyuz birbirimizden? Biz kulüp olarak çok konuşuyoruz, iyi de yapıyoruz.

Oblomov-Ştolts-Olga’nın ilişkileri için güzel bir söze değinelim:
“Dostluk, bir kadın ve bir erkek arasında aşk yoksa ve iki insan arasında bir aşk anısına dönüştüyse güzeldir. Tek taraflı bir aşk varsa felakettir.” (Teşekkürler Ayşe :))

Oblomov ya da Ştolts yetiştirmek mümkün mü? İki uç kahramanımız, iki sıkı dost. Biz ebeveynlerin çocuk yetiştirmekteki etkilerimiz, kişinin karakterini ne kadar etkiliyor? Kitapta Ştolts ebeveyn rolünü üstlenirken Oblomov hep çocuk kalıyor. Rollerimizi ne kadar bizler belirliyoruz?

Ve bir alkış da o dönemde Gonçarov’un kadınlara duyduğu saygıya gelsin. İyi bir gözlem ile romanda kadınlar da çok güzel anlatmış. Aramızda Olga’yı sevmeyen de çok oldu. Gonçarov yargılamasa da biz yargılarız ;). Hayal kırıklığı olan ise bizim toplum olarak Rus tarihine baktığımızda 1850’lere göre kadın üzerine pek ilerlemediğimizi görmekti.

Birkaç araştırma ekleyelim buraya. Oblom, Azarbeycan Türkçesi’nde tembel demektir. Gonçarov’un doğum günü olan 18 Haziran, Oblomov Günü olarak kutlanmaktadır. Kitabın önce rüya bölümü yazılmış ve Oblomov’un Rüyası olarak romanın yayınlanmasından sekiz yıl önce bir dergide yayınlanmıştır.

Roman hakkında yazılacak çok şey var ama kitaba olan merakı azaltmak istemiyorum. Bu arada elimizde iki farklı yayınevinden çıkan kitap vardı. Everest Yayınları’ndan çıkan kitap doğrudan Rusça’dan çevrildiği için bizim tarafımızdan tavsiye edilmektedir. Çoğumuz ise Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’nın çevirisini okuduk.

Oblomovca bir deyiş ile noktaya koymak gerek:

“Bugün insanlık için yeterince çalıştım!”



Oblomov’dan Altını Çizdiklerimiz:

Sayfa 198: Istırabına sabırla katlanırdı, çünkü nedenini başkalarında değil, kendinde arardı. Sevinçleri de yoldan çiçek toplar gibi koparır ve daha solmadan atardı; böylece her zevkin dibindeki acı tortuyu tatmazdı. Onun istediği, hayatı basit görmek ve olduğu gibi almaktı. Hayat sorunlarını çöze çöze zorluklarını daha iyi takdir ediyor ve yolunun yanlış yönde gittiğini görüp de doğru yolu bulunca içinden bununla övünüyor ve mutlu oluyordu. Kendi kendine çok defa, "Basit yaşamak çok zor, çok karışık bir iş," diyordu. Hayat yolunun nerede düğümlendiğini, işin nerede bozulduğunu çabucak görürdü. En çok korktuğu şey hayaldi. Bu ikiyüzlü yol arkadaşı, bir bakıma dost, bir bakıma düşman; inanmadığın zaman dost, tatlı akışına kapılıp gittiğin zaman düşman.

Sayfa 216: Her şeye sarılan ilgileri, ruhlarının boşluğunu ve sevgi yoksulluklarını kapayan bir örtüdür. Ama orta halli bir yol seçmek ve orada derin bir iz bırakarak yürümek; işlerine gelmez; çünkü böylesi can sıkar, göze çarpmaz; çok şey bilmek o zaman işe yaramaz, gösterişe yer kalmaz.

Sayfa 250: Tutku! Tutku yalnız şiirde, sahnede güzeldir; orada aktörler, hançerlerle, geniş mantolara bürünüp gezerler, öldürenler ölenlerle birlikte gidip akşam yemeği yerler... Tutkuların sonu böyle gelse iyi; oysa her sefer arkalarında duman ve yangın kokusu bırakıp giderler, mutluluk değil. İnsan onları hatırladıkça utanır ve saçlarını yolmak ister.

Sayfa 265: Kadın gözleri, çevik kadın elleri bu perişan odaları canlandırıyordu.

Sayfa 278: Böyle çabuk bir değişme, bu kadar derin bir ruh gelişmesi ancak kadınlarda görülebilir. Hayatının akışını günler içinde değil, saatler içinde duyuyordu. Bir erkeğin gönlünden, hiç farkına varmadan gelip geçen şeyleri bir genç kız inanılmaz bir çabuklukla yakalar; gözleri, onların peşine takılır, geçerken çizdikleri yol, hafızalarında silinmez izler bırakır. Erkeğe gerçeklerin apaçık gösterilmesi gereken yerde, kadına hafif bir rüzgâr, işitilmez bir hava ürpermesi yeter.

Sayfa 284: Aşk komedyasında veya tragedyasında iki oyuncu vardır; hemen her zaman biri ezer, biri ezilir. Ezen rolünde bulunan her kadın gibi, ama ondan daha az, daha bilinçsiz olarak, Olga bu kedi fare oyunundan kendini yoksun bırakmıyordu; bazen şimşek gibi bir duygu içinden fırlamak istiyor, fakat hemen kendini tutuyor, içine kapanıyordu.

Sayfa 286: İnsan niçin yaşadığını bilmezse günü gününe yaşamakla kalıyor; günün geçmesini, gecenin gelmesini beklemekten başka zevki olmuyor. Bugün nasıl yaşadım? sorusuna cevap vermeden uykuya dalıyor, ertesi gün gene aynı hayat.

Sayfa 290: İçinizdeki güç canlandığı zaman, derdi, çevrenizdeki hayat da yeni bir anlam kazanacak, şimdi görmediğiniz şeyleri görecek, işitmediğiniz şeyleri işiteceksiniz: Sinirleriniz birer tel gibi ses verecek, dünyaların müziğini duyacaksınız, otların büyüdüğünü işiteceksiniz. Bekleyin, acele etmeyin, bir gün kendiliğinden olacak bu.

Sayfa 322: Kurnazlık bozuk para gibidir: Onunla büyük şeyler satın alınmaz. Bozuk para ile bir insan ancak birkaç saat yaşayabilir. Hile ile bir şeyi gizleyebilirsiniz, bir adamı aldatabilirsiniz, ama onunla geniş bir ufka varamazsınız, büyük olayları bir sonuca götüremezsiniz. Kurnazlık kısa görüşlüdür: Burnunun ucundakini iyi görür, fakat çok defa insanı başkaları için hazırladığı tuzağa düşürür.

Sayfa 335: Birçok insan iyilikten utanarak söz ettiği halde, kendilerini lekeleyebilecek boş ve kötü sözleri yüksek sesle ve cüretle söylerler.

Sayfa 351: Evlenen kadın değildir ki, bizimle evlenirler ya da bizi kocaya verirler.

Sayfa 363: İçinde öyle bir his vardı ki aşkın ışıklı ve bulutsuz bayram sabahı geçmiş, aşk artık bir ödev olmaya, hayatına karışmaya, gündelik işleri arasına girmeye ve taze renklerini yitirmeye başlamıştı. Belki bu sabah onun son pembe ışığını görmüştü, bundan sonra artık parlamayacak, sadece hayatını gizliden gizliye ısıtacaktı. Aşk, hayatın içinde kaybolacak, onun güçlü fakat gizli kaynağı olacak, basit gündelik bir hale gelecekti. Şiir bitmiş, hikâye başlıyordu.

Sayfa 480: Her ne kadar aşkın ele avuca sığmaz bir şey, insanı durup dururken hasta eden bir illet olduğu söylenirse de onun da her şey gibi kendine göre nedenleri ve kanunları vardır. Bu kanunlar henüz layıkıyla incelenememiştir. Çünkü aşka düşen bir insanın kendi ruhunda filizlenen bu duyguyu, gözlerini kapayan büyüyü, bir bilgin gözüyle seyretmeye vakti yoktur. Kalbinin ne zaman ve nasıl hızla çarpmaya başladığını, nasıl birdenbire kendini feda edebilecek kadar güçlü bir bağla bağlandığını, nasıl kendini unutup sevgisiyle bir olduğunu, zekâsının nasıl uyuştuğunu ya da alabildiğine inceldiğini, iradesinin, düşüncesinin nasıl esir olduğunu, dizlerinin nasıl titrediğini, ateşinin nasıl yükselip gözlerinin nasıl yaşla dolduğunu göremez...


Sayfa 549: Hatıralar mutlu bir hayatın hatıraları olursa güzeldir; insana güç kapanmış yaraları hatırlatınca acı şeylerdir.

2 yorum:

  1. Kulubumuzden yeni yazarlar mi cikacak acaba?cok akici ve guzel bir yazi olmus klavyene saglik :)Oblomovun bilincli tembelliginden ziyade aski uzerinden yazarak birilerine mesaj mi yolluyorsun diye dusunmeden edemedim.

    YanıtlaSil
  2. Teveccühünüz, diyorum :). Aşk için ise yorum yok ;). Toplantıda konuşalım.

    YanıtlaSil

Yorum: