Okuduk, Don Kişot’tan sonra bir
klasik daha okuduk. “Eylül-Ekim ayları, bizde başlar klasik okuyalım
kaşıntıları” modumuzla Oblomov okumaya karar verdik ve bitirdik, benim için çok
şükür :). “Ne
zaman Rus edebiyatından bir yazar okuyacağız?” soruları sanırım bir süreliğine
arka raflara kaldırılmıştır. Zira ben bir süre tekrar bir Rus yazarı ile
tanışma konusunda tereddütlüyüm. Ancak, kulüp isterse boynumuz kıldan incedir,
okurum gereğince.
Siz bakmayın bana, kesinlikle bir
Don Kişot yaratmamış İvan Aleksandroviç Gonçarov. O kendine has üslubuyla
Oblomov yaratmış. Rus burjuvasını, o dönemi eleştiren bir başyapıt çıkarmış.
Düşünün ki 1850’lerde yazılmış bir roman hala “başyapıt” olma özelliğini
taşıyorsa ben ne kadar beğenmedim desem de boş.
Gonçarov’un Rus kültüründen
kaynaklanan etki ile kahramanların tam isimlerini (3 isim ve takma isimler) romanda
kullanması ilk başta kitabın okunabilirliğini biraz zorlasa da, buna da
alışıyoruz. İlya da olur İlyiç de sonuç bizi Oblomov’a götürür. :P
“Rus kültürü ile Türk kültürünün
ne kadar benzer olduğu kitapta herkesin dikkatini çekecektir.” diyerek bir
tespit ile başlayalım.
Oblomov için, sadece tembellik
üzerine yazılmış bir roman diye geçiştirmek kesinlikle yanlış olacaktır.
Yarattığı karakterleri sade ama bir o kadar net tasvirler ile bir tiyatro
sahnesinde oyuncuları izlermiş hissi uyandıracak kadar görselleştirebilmenizi
sağlıyor. Aramızda yazarlık eğitimi alan arkadaşlarımızın deyimiyle beş duyu
mükemmel kullanılmış. Romanda her bir karakterin zıddı bir karakter de
yaratılarak, uçların çekişmesi üzerine sizi düşündürmeye itiyor. Zahar’a, yani
Oblomov’un uşağına değinmeden geçemeyiz elbette. Bir Oblomov, bir kankası Ştolts
kadar etkiliyor hepimizi. Hatta içimizden birinin Zahar ile çay içmişliği
vardır rüyalarda buluşarak.
Bu kadar uç karakterin olduğu bir
romanda yazarın en büyük başarılarından biri de kimseyi yargılamamış olmasıdır.
Ne Oblomov hakkında yargılayıcı bir cümle bulabilirsiniz, ne Zahar hakkında, ne
de diğerleri. Dönemine göre tarafsız bir üslupla yazılmış bir roman olan
Oblomov, bu açıdan yenilikçi bir yan da taşıyor.
Kitabımıza dönecek olursak,
Oblomov’un rüyasının anlatıldığı bölüm kitabın kilidi olarak tanımlanabilir. “Bir
Oblomov nasıl yaratılır?” sorusunun cevabı uzun bir şekilde anlatılmış.
Çorabını bile hizmetçi giydiriyorsa, neden Oblomov yaratılmamış olsun ki?
Oblomovluk kişinin kendi tercihi mi yoksa ailesinin çocuk yetiştirme üzerine
bir başarısı mı? Elbette burası, üzerinde uzunca konuştuğumuz nokta oluyor.
Özetle “Türkiye yeni Oblomovlar yaratıyor.” desek de, “keşke Oblomovlar’ımız bu
kadar iyi niyetli ve saf yürekli olsa.” demeden geçemiyoruz.
Elbette, Oblomov düşünürken
farklı duruşu, hayal kurarken farklı yatışı ile bir türlü eyleme geçemeyen bir
kahraman da olsa, hiç kimse onun ne kadar iyi kalpli biri olduğu konusunda
tartışamaz sanırım. Biz tartıştık tabii ki. İyi niyeti mi üşengeç olması mı
onun bu davranışları sergilemesine sebep olmuştu? Kişi, huzuru bozulmasın,
düzeni değişmesin diye yarattığı Obolomovka’da ne kadar kalabilirdi? Aslında
buraya Ştolts ile ilgili sıkı bir spoiler iyi gider ama kitabı okumazsınız diye
susuyorum. Okuduktan sonra fikirlerinizi alırız.
Ve aşka gelelim. Oblomov aşık
oluyor. Bu kadar üşengeç bir kişi aşık olunca neler mi yapar? İnanın çok
çabalıyor. Biz de bunu çok tartışıyoruz. Aşk nedir? Olga aşık mıydı? Bir kişiye
aşıksanız, onu değiştirme hakkınız var mı? Aşık olduğunuz kişi değişmenizi
istiyorsa siz ne yaparsınız? Aşk, insanı ne kadar değiştirir? Kitapta aslında aşk
üzerine bir beklentiye girmiyorsunuz, oysa ki yazar Olga’yı o kadar güzel
sahneye sokuyor ki, siz o lavanta dalını da görüyorsunuz, o parkta yürüyüş de
yapıyorsunuz. Oblomov’un çıplak kol-dirsek tutkusunun belki de çalışmaya olan
hayranlığından geldiğini de belirtmek gerek. Acaba aşkı bizde olmayan şeylerde
mi arıyoruz?
Ahh ahhh, kitapta aşk yaşanırken süren o
uzun konuşmalar. Sanırım günümüzde en çok bunu yitirdik, konuşarak paylaşmak
yerine susarak yalnızlığı tercih eder olduk. Belki isteyerek belki istemeden,
ama sonuçta yaşanan ayrılıklara baktığımızda temel sorun “artık konuşamıyoruz,
paylaşamıyoruz” olmuyor mu? Sadece kadın-erkek üzerine değil, tüm insan
ilişkilerinde konuşmadıkça uzaklaşmıyor muyuz birbirimizden? Biz kulüp olarak
çok konuşuyoruz, iyi de yapıyoruz.
Oblomov-Ştolts-Olga’nın
ilişkileri için güzel bir söze değinelim:
“Dostluk, bir kadın ve bir erkek
arasında aşk yoksa ve iki insan arasında bir aşk anısına dönüştüyse güzeldir.
Tek taraflı bir aşk varsa felakettir.” (Teşekkürler Ayşe :))
Oblomov ya da Ştolts yetiştirmek
mümkün mü? İki uç kahramanımız, iki sıkı dost. Biz ebeveynlerin çocuk
yetiştirmekteki etkilerimiz, kişinin karakterini ne kadar etkiliyor? Kitapta
Ştolts ebeveyn rolünü üstlenirken Oblomov hep çocuk kalıyor. Rollerimizi ne
kadar bizler belirliyoruz?
Ve bir alkış da o dönemde Gonçarov’un
kadınlara duyduğu saygıya gelsin. İyi bir gözlem ile romanda kadınlar da çok
güzel anlatmış. Aramızda Olga’yı sevmeyen de çok oldu. Gonçarov yargılamasa da
biz yargılarız ;). Hayal kırıklığı olan ise bizim toplum olarak Rus tarihine
baktığımızda 1850’lere göre kadın üzerine pek ilerlemediğimizi görmekti.
Birkaç araştırma ekleyelim
buraya. Oblom, Azarbeycan Türkçesi’nde tembel demektir. Gonçarov’un doğum günü
olan 18 Haziran, Oblomov Günü olarak kutlanmaktadır. Kitabın önce rüya bölümü
yazılmış ve Oblomov’un Rüyası olarak romanın yayınlanmasından sekiz yıl önce
bir dergide yayınlanmıştır.
Roman hakkında yazılacak çok şey
var ama kitaba olan merakı azaltmak istemiyorum. Bu arada elimizde iki farklı
yayınevinden çıkan kitap vardı. Everest Yayınları’ndan çıkan kitap doğrudan Rusça’dan
çevrildiği için bizim tarafımızdan tavsiye edilmektedir. Çoğumuz ise Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları’nın çevirisini okuduk.
Oblomovca bir deyiş ile noktaya
koymak gerek:
“Bugün insanlık için
yeterince çalıştım!”
Oblomov’dan Altını Çizdiklerimiz:
Sayfa 198: Istırabına sabırla
katlanırdı, çünkü nedenini başkalarında değil, kendinde arardı. Sevinçleri de
yoldan çiçek toplar gibi koparır ve daha solmadan atardı; böylece her zevkin
dibindeki acı tortuyu tatmazdı. Onun istediği, hayatı basit görmek ve olduğu
gibi almaktı. Hayat sorunlarını çöze çöze zorluklarını daha iyi takdir ediyor
ve yolunun yanlış yönde gittiğini görüp de doğru yolu bulunca içinden bununla
övünüyor ve mutlu oluyordu. Kendi kendine çok defa, "Basit yaşamak çok
zor, çok karışık bir iş," diyordu. Hayat yolunun nerede düğümlendiğini, işin
nerede bozulduğunu çabucak görürdü. En çok korktuğu şey hayaldi. Bu ikiyüzlü
yol arkadaşı, bir bakıma dost, bir bakıma düşman; inanmadığın zaman dost, tatlı
akışına kapılıp gittiğin zaman düşman.
Sayfa 216: Her şeye sarılan
ilgileri, ruhlarının boşluğunu ve sevgi yoksulluklarını kapayan bir örtüdür.
Ama orta halli bir yol seçmek ve orada derin bir iz bırakarak yürümek; işlerine
gelmez; çünkü böylesi can sıkar, göze çarpmaz; çok şey bilmek o zaman işe
yaramaz, gösterişe yer kalmaz.
Sayfa 250: Tutku! Tutku yalnız
şiirde, sahnede güzeldir; orada aktörler, hançerlerle, geniş mantolara bürünüp gezerler,
öldürenler ölenlerle birlikte gidip akşam yemeği yerler... Tutkuların sonu
böyle gelse iyi; oysa her sefer arkalarında duman ve yangın kokusu bırakıp
giderler, mutluluk değil. İnsan onları hatırladıkça utanır ve saçlarını yolmak
ister.
Sayfa 265: Kadın gözleri, çevik
kadın elleri bu perişan odaları canlandırıyordu.
Sayfa 278: Böyle çabuk bir
değişme, bu kadar derin bir ruh gelişmesi ancak kadınlarda görülebilir.
Hayatının akışını günler içinde değil, saatler içinde duyuyordu. Bir erkeğin
gönlünden, hiç farkına varmadan gelip geçen şeyleri bir genç kız inanılmaz bir çabuklukla
yakalar; gözleri, onların peşine takılır, geçerken çizdikleri yol,
hafızalarında silinmez izler bırakır. Erkeğe gerçeklerin apaçık gösterilmesi
gereken yerde, kadına hafif bir rüzgâr, işitilmez bir hava ürpermesi yeter.
Sayfa 284: Aşk komedyasında veya
tragedyasında iki oyuncu vardır; hemen her zaman biri ezer, biri ezilir. Ezen
rolünde bulunan her kadın gibi, ama ondan daha az, daha bilinçsiz olarak, Olga
bu kedi fare oyunundan kendini yoksun bırakmıyordu; bazen şimşek gibi bir duygu
içinden fırlamak istiyor, fakat hemen kendini tutuyor, içine kapanıyordu.
Sayfa 286: İnsan niçin yaşadığını
bilmezse günü gününe yaşamakla kalıyor; günün geçmesini, gecenin gelmesini
beklemekten başka zevki olmuyor. Bugün nasıl yaşadım? sorusuna cevap vermeden
uykuya dalıyor, ertesi gün gene aynı hayat.
Sayfa 290: İçinizdeki güç
canlandığı zaman, derdi, çevrenizdeki hayat da yeni bir anlam kazanacak, şimdi görmediğiniz
şeyleri görecek, işitmediğiniz şeyleri işiteceksiniz: Sinirleriniz birer tel
gibi ses verecek, dünyaların müziğini duyacaksınız, otların büyüdüğünü
işiteceksiniz. Bekleyin, acele etmeyin, bir gün kendiliğinden olacak bu.
Sayfa 322: Kurnazlık bozuk para
gibidir: Onunla büyük şeyler satın alınmaz. Bozuk para ile bir insan ancak
birkaç saat yaşayabilir. Hile ile bir şeyi gizleyebilirsiniz, bir adamı
aldatabilirsiniz, ama onunla geniş bir ufka varamazsınız, büyük olayları bir
sonuca götüremezsiniz. Kurnazlık kısa görüşlüdür: Burnunun ucundakini iyi
görür, fakat çok defa insanı başkaları için hazırladığı tuzağa düşürür.
Sayfa 335: Birçok insan iyilikten
utanarak söz ettiği halde, kendilerini lekeleyebilecek boş ve kötü sözleri yüksek
sesle ve cüretle söylerler.
Sayfa 351: Evlenen kadın değildir
ki, bizimle evlenirler ya da bizi kocaya verirler.
Sayfa 363: İçinde öyle bir his
vardı ki aşkın ışıklı ve bulutsuz bayram sabahı geçmiş, aşk artık bir ödev
olmaya, hayatına karışmaya, gündelik işleri arasına girmeye ve taze renklerini
yitirmeye başlamıştı. Belki bu sabah onun son pembe ışığını görmüştü, bundan
sonra artık parlamayacak, sadece hayatını gizliden gizliye ısıtacaktı. Aşk,
hayatın içinde kaybolacak, onun güçlü fakat gizli kaynağı olacak, basit
gündelik bir hale gelecekti. Şiir bitmiş, hikâye başlıyordu.
Sayfa 480: Her ne kadar aşkın ele
avuca sığmaz bir şey, insanı durup dururken hasta eden bir illet olduğu söylenirse
de onun da her şey gibi kendine göre nedenleri ve kanunları vardır. Bu kanunlar
henüz layıkıyla incelenememiştir. Çünkü aşka düşen bir insanın kendi ruhunda
filizlenen bu duyguyu, gözlerini kapayan büyüyü, bir bilgin gözüyle seyretmeye
vakti yoktur. Kalbinin ne zaman ve nasıl hızla çarpmaya başladığını, nasıl
birdenbire kendini feda edebilecek kadar güçlü bir bağla bağlandığını, nasıl
kendini unutup sevgisiyle bir olduğunu, zekâsının nasıl uyuştuğunu ya da alabildiğine
inceldiğini, iradesinin, düşüncesinin nasıl esir olduğunu, dizlerinin nasıl
titrediğini, ateşinin nasıl yükselip gözlerinin nasıl yaşla dolduğunu
göremez...
Sayfa 549: Hatıralar mutlu bir
hayatın hatıraları olursa güzeldir; insana güç kapanmış yaraları hatırlatınca
acı şeylerdir.
Kulubumuzden yeni yazarlar mi cikacak acaba?cok akici ve guzel bir yazi olmus klavyene saglik :)Oblomovun bilincli tembelliginden ziyade aski uzerinden yazarak birilerine mesaj mi yolluyorsun diye dusunmeden edemedim.
YanıtlaSilTeveccühünüz, diyorum :). Aşk için ise yorum yok ;). Toplantıda konuşalım.
YanıtlaSil