“Anneme,
büyükanneme ve bu öyküdeki bütün olağanüstü kadınlara...”
ithafen yazmış Isabel Allende
Ruhlar Evi’ni. Çok da büyüleyici yazmış doğrusu. Romanın arka kapağına göre üç
kuşak ama bizce dört kuşak - Clara’nın annesinin de kendi zamanına göre
yaptıkları hiç de azımsanacak şeyler değil- Şilili kadınların anlatıldığı,
buram buram tarih kokan bir roman.
Isabel Allende Şili’nin seçimle
işbaşına gelen ve askeri bir darbe devrilip öldürülen Marksist başkanı Salvador
Allende’nin yeğeni. Ruhlar Evi’nin başkahramanlarından Clara ise bu darbeden
çok önce doğuyor ve ölüyor. Clara farklı bir ailenin kızı. Annesi kadın
haklarını savunan ve bunun için gösteriler yapan bir kadın. Clara ise altıncı
hissine güvenen, gelecekte olacakları görebilen ve geçmişin ruhları ile
iletişimde olan bir kadın. Annesi Clara’nın bu özelliğini keşfettiğinde kızına
bu konuda baskı yapmak yerine, onu rahat bırakabilen bir anne. Ablası güzeller
güzeli Rosa’nın ölümü ile konuşmama kararı alan ve dokuz yıl boyunca kendini sadece
kendisi istediği için sessizliğe gömebilen bir kadın. Rosa öldüğünde bir
çocukken, konuşmaya başladığında Rosa’nın nişanlısı ile evlenmeye karar
verdiğini açıklayan kararlı bir kadın. Clara üç çocuk dünyaya getiriyor. Blanca
ve ikiz erkekler. Clara’nın mistik güçleri üzerine çalışmaları çocukları ile
çok ilgilenememesine yol açsa da Blanca ile özel bir bağ kuruyor. Kızını da bu
konuda eğitmek için elinden geleni yapıyor. Son kuşak olan Alba ise Blanca’nın çiftlikteki
kalfanın asi ve Marksist oğlu ile olan ilişkisinden dünyaya gelen gayri-meşru
kızı.
Estaban, Rosa’nın nişanlısı
Clara’nın kocası olarak olayların merkezinde yer alıyor. Kendisine ait bir
çiftliği olan ve o zamanın Şili’sinde çiftliğinde çalışan herkese kölesi gibi
muamele eden bir patron. Kendince köylülerini düşünüyor, onları mevcut düzen
içinde bazı yenilikler getirmeye çalışıyor. Ancak doğruları hep kendi
yörüngesinde. Çiftlikte her beğendiği ya da o an arzuladığı kadına sahip
olmakta hiçbir sakınca görmüyor. O yüzdendir ki yıllar sonra gayri meşru torunu
yasal torunundan bu günahın nefreti ile onun hayatını bir karabasana
çeviriveriyor. Estaban her ne kadar patron olsa da, her ne kadar kendini
herkesten üstün görse de evdeki kadınların istediklerini yapmalarına asla engel
olamıyor. Ne eşi Clara’nın misafirleri ve mistik güçleri için çalışmaları
konusunda, ne kızı Blanca’nın babasının ona uygun görmediği adama olan aşkına
ve ondan çocuk sahip olmasına ne de torunu Alba’nın darbede annesi Balnca ile
birlikte yoksullara yardımcı olmaya çalışmasına ve evlerinde askerler
tarafından aranan kişileri saklamasına…
Romana baktığımızda dört kuşak
kadın üzerinde yazılan kurgunun merkezinde yine de bir erkek kahraman olduğunu
görüyoruz. Estaban; sadece ailesi ile ilişkileri açısından değil aynı zamanda
Şili’nin o dönemdeki işçi sınıfı, siyasi tablosu ve toplumun bulunduğu durumda
davranışları ile ilginç ve bir o kadar
da tanıdık bir tablo sergiliyordu. Üzerinde bolca konuşuldu, elbette. Estaban,
Salvador Allende’nin başkanlık döneminde çiftliğinin çiftlikte çalışanlara
devredilmesine şahit oluyor. Kaybettiği iktidar nedeni ile de darbenin en büyük
savunucusu olarak yer alıveriyor romanda. Oysaki bu darbe ona en yakın
olanlarının ölmesine ve çok fazla acı çekmesine neden oluyor. Çiftliğin
işçilere devredilmesi üzerine de yoğun bir tartışma yaşadık. İşçilerin yeterli
eğitime ve kendi kendilerini yönetebilme yeteneklerinden yoksun olmaları sonucunda
çiftlik ne yazık ki bir harabeye dönüyor.
Blanca bende yaptığı tercihler
ile soru işaretlerine neden oldu. Kızı bile kendisini bu konuda eleştirmekten
geri kalmıyordu. “Annem babamı çok sevseydi, toplumdaki sosyal statüsünü
kaybetmekten korkmadan onunla birlikte giderdi.” diyordu. Aşk o kadar güçlü bir
duygu mu acaba, her şeyi arkanda bırakıp gitmeyi göze alacak kadar? Gerçek aşk
neydi?
Alba’nın hapiste yaşadıklarını
tahmin etmek zor olmasa gerek. Bazı günahların gölgeleri uzun oluyor. Nefret
insanı insanlıktan çıkaran zor bir duygu. Alba’nın o kadar işkenceye karşı
koyabilmesi bir mucize belki de. Alba’nın en etkileyici yanı ise bu nefret
zincirini kırması. Yıllarca sürmemeli, kuşaklara aktarılmamalı diyor. Kim bu
kadar affedici olabilir ki?
Ruhlar Evi’nin filmi de var
elbette. Filmler okuyucunun hayallerini kısıtladığı için romanların filmleri
biz kulüp üyeleri tarafından pek beğenilmez malum. Ruhlar Evi’nin filminde ise
senarist artık nasıl Blanca ile Alba’yı tek bir karaktere indirdiyse
izleyenlerimiz tarafından kitaptan ayrı değerlendirilmesine karar verildi. Ne
de olsa Banderas’ı Isabel Allende bile suşi olarak düşünmüştü ;).
Clara, Blanca ve Alba… Üç isim de
aynı anlamı taşıyor: “BEYAZ”. Bu kadınlar çok zor şartlarda, zamanlarına göre
çok cesurca kararlar alıp uygulayan, istediklerini yapmak için çabalayan
kadınlar. Ruhlar Evi; neredeyse her konuya dokunan bir roman. Anlattığı tarihi
yönler, siyasi boyut, ekonomik can çekişmeler, toplumsal sorunlar, kadın
hakları ilk başta hepimizin sayabileceği temalar. Isabel Allende bunu o kadar
güzel tasvirlerle ve o kadar yalın bir dille başarmış ki kitabı o kadar sayfa
olmasına rağmen elinizden bırakmadan hızlıca okuyuveriyorsunuz. Clara’nın evini
de, Estaban’ın çiftliğini de ve ne yazık ki Alba’nın yaşadıklarını da kolayca
kafanızda şekillendiriveriyorsunuz.
Biz çok
sevdik Ruhlar Evi’ni. İyi ki okuduk, siz de mutlaka okumalısınız…
Ve gelelim bana. Not tutmayınca,
uzunca bir süre geçince de ben kitapların hakkını veremiyorum. Denedim,
anladım, akıllandım😓. Daha da kalemsiz, deftersiz gitmem ben kitap kulübüme 😏.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum: